Devlet kulüpleri neden kurtarır?

Modern Türkiye tarihinde, futbolun ilk oynanmaya başladığı zamandan beri bir gün bile yok ki, siyaset bu oyunun içinde yer almasın. Zaten bu kadar toplumsal bir fenomenin politik olmaması eşyanın tabiatına aykırı, dolayısıyla “sporu siyasetten ayırma” denen deli saçmasının yanından bile geçmemek lazım. Spor, toplumsaldır ve toplumsal olan her şey gibi kaçınılmaz olarak politiktir. Bu politikliğin şekli değişir, varlığı değişmez. Türkiye’de de sporun, özellikle de futbolun siyasal alanla her zaman ilişkisi oldu, yalnızca bu ilişkinin şekli ve dozu zaman içerisinde değişti. İçinde bulunduğumuz Erdoğan rejiminde, bu ilişkinin yeni bir evresini yaşıyoruz.

1980 darbesi ve Turgut Özal hükümetleriyle başlayan bundan önceki evrede, futbolun medyayla beraber, halkı -özellikle de gençleri- toplumsal-siyasal hareketlerden uzak tutma amaçlı kullanıldığını görmüştük. Buna göre, futbolun rolü insanları tüketim temelli bir eğlenceye angaje etmek, bunu yaparken de onların politikliğini devletin makul gördüğü sınırların içinde yeniden şekillendirmekti. Futbol, bu bağlamda paraların saçıldığı, milliyetçi-militarist mesajların pompalandığı, bunun dışında ise toplumsal gerçekliklerden tamamen kopuk bir eğlence türü oldu. Türkiye’nin 1974 Kıbrıs işgali ve 1980 faşist darbesiyle uluslararası toplum tarafından izole edilmesinin yarattığı früstrasyonun hırçın bir dışavurumunun arenasıydı aynı zamanda futbol. Bu işlevin doğru düzgün görülebilmesi, yani Türkiye futbolunun dışarıyla rekabet edebilmesi için futbol ekonomisi devlet destekli kapitalizmin yörüngesine oturtuldu. Devlet, futbol kulüplerini açıktan sübvanse ederken, TV yayıncılığı ve tribün gelirleri kulüplerin lehine olacak şekilde neo-liberal prensiplere göre şekillendirildi. Futbol, giderek pahalanan bir eğlence olurken, kamuya katkısı azaldı, yükü ise arttı. Özal sonrasındaki DYP hükümetlerinde büyük kulüplere verilen “kamu yararına dernek” statüsüyle kulüplerin kamuyu sömürmesi kurumsallaştı. Vergi afları, kulüplerin kullanımına verilen araziler ve tesisler derken, futbol, devletin semirttiği bir alana dönüştü.

1980’lerden beri kulüplerle ve devlet arasında bir konsensüs var. Devlet, kulüpleri çekip çeviriyor; kulüpler ise devletin kendisine biçtiği rolü sorgulamaksızın oynuyor. AKP döneminde devletin el değiştirmesi, bu konsensüsü zaman zaman sarsıntıya uğratmadı değil. 2010-2011’de AKP’nin Fethullahçılara ihale ettiği yargı operasyonları futbola da uğradı. AKP de bir yandan futbola girişin yollarını aradı. Özellikle, AKP-Fethullah ittifakının bozulduğu ve Gezi’de binlerce taraftarın AKP’ye karşı direnişe geçtiği 2013-2014’ten itibaren AKP hem futbolda tek başına hegemonya aramaya başladı. Bu hegemonyanın ayaklarından biri, kuşkusuz, büyük kulüpleri kontrol etmek. AKP, şu ana kadar bunu büyük bir kolaylıkla kotarıyor. Yönetimler, hem kulüplerin kaderinin, hem de yöneticilerin kişisel ikbalinin Erdoğan rejimine biattan geçtiğini çok çabuk keşfetti. Bu yolda gerekirse kendi taraftarlarına savaş açtılar.

Bu dönemde kulüpler, hem Erdoğan rejiminin desteğine, hem de Türkiye’nin ekonomik başarı yanılsamasına sırtlarını dayayarak borçlanmaya ve büyümeye başladılar. Belki tüm ekonomi içinde inşaatla beraber kendi kaderini rejimin kaderine en çok bağlayan sektör oldu futbol. Ve Türkiye’nin ekonomik balonu patlamaya yüz tutarken, futbol da krize girdi. Beklendiği gibi de devleti yardıma çağırdı.

Borca batmış kulüplerin Ziraat Bankası aracılığıyla kurtarılması, bu koşullar dahilinde ve Türkiye futbol tarihinin bağlamı düşünüldüğünde bile bir ilk. Kamu kaynaklarının bu kadar hoyratça ve utanmazca kullanılması, hesap verilebilirliğin zerresinin olduğu herhangi bir ülkede şok yaratırdı. Neyse ki bizim mevcut rejimde böyle dertlerimiz yok.

İşin can sıkıcı tarafı, Türkiye’de futbol kültürü o kadar izansız ki, bir Allahın kulunun “aga ne yapıyorsunuz?” diyeceğini zannetmiyorum. Varsın cebimizden çıkan parayla olsun, geçen seneye kadar paraları çılgınca saçan kulüpleri biz kurtaralım. Neticede onlar bizim canımız. Onlar hem kendi kişisel hayatlarımızdaki yetersizliklerimizi ikame ediyorlar, hem de Avrupa’ya gününü filan göstermemize yardım ediyorlar. Futbol, Türkiye’de sosyal travmayı paradoksal olarak hem sağaltmaya hem derinleştirmeye yarıyor.

Türkiye’de futbol kulübü yönetmek, bütün hile kodlarını girerek bilgisayar oyunu oynamak gibi. Ne yapsanız batmıyorsunuz. Borçlanın, paraları sağa sola saçın, devlet kurtarır. Vergi borcunuz mu var, silinir. Yeter ki, siz devletin size biçtiği rolü oynayın. Türkiye’de bir futbol kulübünü batırmanın bir yolu yok. Kulüp diyoruz ama aslında hacıyatmaz bunlar.

Bu ülkede yaratılan hırçın futbol rekabeti, kulüp milliyetçilikleri hepimizi öyle teslim aldı ki, “ulan hepiniz batın, ne olacaksa olsun!” demekten aciziz, temel amacı çiftçileri desteklemek olan bir kurumun şımarık kulüplerin beceriksiz yönetimlerinin arkasını temizliyor olması bile bizi rahatsız etmiyor. Halbuki, tüm kulüpler bir gecede batsa mantık olarak hiçbir şeyin değişmemesi lazım. Neticede biz o kulüpleri semt aşkı, renk aşkı vs. için seviyoruz, değil mi? Sokakta oynasalar kaldırımda destekleriz, değil mi? Ama nedense bu balonun patlama ihtimali bile ödümüzü koparıyor. Nedeni de belli aslında ama kabul etmeye yanaşmıyoruz.


Also published on Medium.