Dünya Kupası’nın sonu mu?

Büyük spor organizasyonları kaçınılmaz olarak yapıldıkları dönemin ruhunu içinde taşıyor. İki dünya savaşı arasında ulusal rekabetlerin, İkinci Dünya Savaşı sonrasında savaşsız rekabetlerin, ardından ise Soğuk Savaş’ın izlerini Dünya Kupalarında, Olimpiyat Oyunlarında görmek mümkün. 1990 sonrasında spor organizasyonlarına, daha doğrusu spor dünyasına ekonomik küreselleşme damgasını vurdu. Özellikle 1992 Barcelona Olimpiyatı’ndan itibaren Doğu’yla Batı’yı ayıran sınırlar, gerek küresel sponsorluklar, gerekse spor emeğinin serbest dolaşımıyla ortadan kalktı. Diğer taraftan, spor alanında ekonomik sermaye biriktiren ülkeler, diğer ülkelerin sporcularını hammadde olarak kullanmaya başladılar. Örneğin 2014 Dünya Kupası’nda mücadele edecek sporcuların %76’sı Avrupa liglerinde forma giyiyor. Avrupa içinde beş büyük ligin (İngiltere, İspanya, Almanya, İtalya, Fransa) diğerlerine, bu liglerde de büyük takımların küçüklere karşı büyük bir üstünlüğü var. Bu ligler arasında en dengeli sistemi uygulayan Almanya’da bile şampiyon Bayern Münih’in takım değeri, Schalke ve Dortmund’un toplamından fazla. Diğer taraftan uzun yıllar Avrupa futbolunda zirveye oynayan Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Polonya gibi ülkelerin yerel futbolları can çekişiyor. Bu tip ülkelerin milli takımlarının varlığı tamamen büyük liglerde oynayan oyunculara bağlı. Bu ülkelerden çıkan yeteneklerin büyük takımlara transfer yaşı 12’lere kadar inmiş durumda. Afrika’da durum daha da feci.

Spor yönetimlerine baktığımızda mesele daha da ciddileşiyor. UEFA, FIFA ve IOC gibi kurumlar tam anlamıyla rant cennetleri. Bu kurumlar, yayın gelirleri ve sponsorluklardan gelen, çoğu vergiden muaf milyonlarca dolarla oynuyor. Büyük organizasyonların ev sahiplikleri dağıtılırken alınan rüşvetler de cabası. Ev sahibi olan ülkelerde de başka bir tezgah dönüyor. Kamu bütçelerinden finanse edilen organizasyonlardan gelen kâr tekrar kamuya aktarılmıyor. Ev sahiplikleri, bizim de yakın zamanda İstanbul 2020 örneğinde gördüğümüz gibi, karşı çıkılması vatan hainliğine denk bir milli gurur pompalama aracı olarak görülüyor ve devasa bir rant bu organizasyonların etrafında döndürülüyor. Tabii bu saydıklarımız için yavaş yavaş “geçmiş zaman”ı kullanmaya başlamanın vakti gelmiş olabilir.

2010’lar, küresel ekonomik krizin refah toplumunun son kalan parçalarının süpürüldüğü ve “orta sınıf” olarak adlandırılan şehirli, genç kuşakların da fakir çoğunluğa katıldığı bir dönem olarak süregeliyor. Bu insanlar; esnek çalışma koşulları, işsizlik, iş güvencesizliği, örgütsüzlük gibi koşullar altında hayatta kalma mücadelesi veriyorlar. Özellikle Avrupa’dakiler, ailelerinin onlara vaktinde sağladığı konfordan tamamen mahrum kalmış vaziyette. 1980’lerde özelleştirme dalgalarının vurduğu işçi sınıfınınkine benzer bir kimlik krizi yaşıyor ve proleterlikleriyle yüzleşiyorlar. Bu insanlar pek çok ülkenin en iyi yetişmiş kitleleri ve öfkelerini edindikleri kültürel sermaye üzerinden iktidarlara yönlendiriyorlar. Avrupa’da, Güney Amerika’da ve Ortadoğu’da genç kuşakların isyanları, bizdeki Gezi de dahil olmak üzere, bu tipolojiye büyük oranda uyuyor.

Kamu bütçelerinin har vurup harman savrulduğu büyük spor organizasyonları, artık bu kitlelerin radarına girmiş vaziyette. Zira küresel ölçekteki bu turnuvalar, hem itiraz etmek için pek çok neden veriyor, hem de bu itirazları tüm dünyaya duyurmak mümkün. Büyük spor organizasyonlarına protesto dalgasının 2000 Sydney Olimpiyatı’nda Bondi Plajı’na plaj voleybolu stadyumu yapılmasıyla başladığı söylenebilir. Sonrasında Atina’da, Pekin’de, Vancouver’da, Londra’da, Soçi’de, Johannesburg’ta insanlar farklı nedenlerle büyük organizasyonları protesto ettiler. Bu itirazlar her seferinde daha yaygın ve dikkat çekici hâle gelirken, devletleri de utanç verici tedbirler almaya itti. Oyunların çirkin yüzü, halının altına süpürülemez hâle geldi. Artık insanlar tepkilerini daha adaylık süreçlerinde koymaya başlıyor. Organizasyon düzenlemekte hiçbir kamu yararı kalmamış olması ve yükselen protesto dalgası, demokratik hakların kullanılabildiği ülkelerin ev sahipliklerinden uzaklaşmasına neden oldu. FIFA, UEFA, IOC gibi kurumlar da çareyi ekonomik sermayenin kaydığı ve işçi hakları, çevre gibi “lüzumsuz” meselelerin gündeme gelmediği ya da getirilemediği ülkelere yönelmekte buldu. FIFA ve IOC’nin Rusya, yine FIFA’nın Katar tercihlerini böyle okumak mümkün.

Ancak direnişin hem teknolojik, hem de sınıfsal olarak küreselleştiği bu yıllarda, artık bu da işe yaramıyor. Farklı direnişler dünyanın pek çok yerinde sahipleniliyor ve zorbalık peşinde koşan rejimler afişe oluyorlar. Büyük organizasyonlar da propaganda şovları olmaktan çıkıp düzenleyenin ipliğini pazara çıkarma fırsatına dönüyor.

Şu anda UEFA 2020 Avrupa Şampiyonası’na, IOC ise 2022 Kış Olimpiyatı’na ev sahibi bulamıyor. Hiçbir ülke protesto edilmek için organizasyonlara deve yüküyle para dökmek istemiyor. Belli başlı spor ülkeleri de özellikle Pekin 2008’le arşa eren bütçelerin altına girmiyorlar. Sporseveri yolunacak kaz gibi gören sistemin denizinin bittiğini herkes görmüş vaziyette. Sponsorlar ve sporun küresel aktörleri cemâli kurtarmak için itirazlarını seslendirmeye başladılar. Katar 2022 Dünya Kupası ev sahipliğindeki rüşvet iddiaları Michel Platini’nin yanı sıra Adidas ve Sony gibi dev sponsorların bu organizasyonu sorgulamasına yol açtı. Belki de organizasyon Katar’ın elinden alınacak. Oysa Katar 2022’yle ilgili rüşvet dosyaları senelerdir ortadaydı. Rüşvet iddialarının FIFA ve saz arkadaşları tarafından bir anda ciddiye alınmaya başlaması (belki FIFA tarafından sızdırılmış olması), muhtemelen sporun kapitalizmini makyajlama hamlesi.

Başlıktaki soruya gelirsek… Hayır, Brezilya 2014 Dünya Kupaları’nın sonu değil, en azından şimdilik. Çünkü bu kupanın her şeyden önce futbol aşığı bu ülke için neredeyse ruhani bir önemi var. Teşbihte hata olmaz ya, Türkiye’de bayrak neyse, Brezilya’da futbol o. Ama büyük organizasyonların sonunun gelmekte olduğunu yine de söyleyebiliriz. Brezilya’da bugün gerçekleşen protestolar muhtemelen şahikasına Rio 2016 hazırlıklarında erecek. Sonrasında büyük spor kurumlarında şeffaflaşma ve demokratikleşme hamleleri, organizasyonlarda ise bütçelerde küçülme ve insani kriterlerin öne çıkmasını öngörebiliriz. Yıllar önce, “büyük spor organizasyonları fast-food’a benzer, tüketmesi keyiflidir ama nasıl üretildiğini bilmek istemezsiniz” diye yazmıştım. İşte artık herkes bu organizasyonların nasıl üretildiğini biliyor. Artık tek beklediğimiz “tarihin el freni”nin ne zaman çekileceği…