Futbol ve sınıf üzerine…

Futbol, 18. yüzyıl Britanyasında bir dizi önemli toplumsal değişim sonrasında doğdu. Britanya İç Savaşlarının sona ermesiyle beraber Endüstri Devrimi’nin hız kazanması, coğrafi keşifler ve bilimsel icatlarla kırsalda tarım işçisi ihtiyacı azalırken, şehirde endüstri işçisi ihtiyacı doğdu. Feodalitenin de savaşlarla beraber çözülmesiyle kırsalda yaşayan halk, kuzeydeki endüstri şehirlerine çalışmak için göç ettiler. Kırsal kesimde folklorik bir eğlence aracı olarak çayırlarda oynanan top oyunları da dünyanın bu ilk işçi sınıfıyla beraber şehirlere göç etti. Futbol benzeri top oyunları kırsalda zaman, mekan, cinsiyet ve yaş sınırı olmadan oynanırken, şehir koşulları futbolu kısıtlamalara soktu. Bu kısıtlamalar futbola sahip çıkan ve Britanya burjuvazisini yetiştiren özel okulların öğretmenleri, öğrencileri ve mezunları tarafından kurumsallaştırıldı ve futbol bir oyundan modern bir spora dönüştü. Bu dönemde işçilerin örgütlü hak arama mücadelelerinin henüz sonuçlanmamış olmasından kaynaklanan ağır çalışma koşulları, futbolun yeniden üretimini egemen sınıfların tekeline verdi. Daha sonra profesyonellikle, yani futbol işçiliğiyle işçi sınıfı tekrar futbola girdiğinde, sınıf çelişkisi futbolda kendini gösterdi. Egemen sınıflarla emekçiler arasındaki bu çelişki, zaman içerisinde kendini farklı şekillerde yeniden yarattı. Günümüz İngilteresinde, kulüpleri yöneten küresel sermaye sınıfıyla bağımsız taraftar örgütleri arasında bu mücadele devam ediyor.

Türkiye’ye baktığımızda ise futbolun ülkeye ithal edildiği ilk günden beri egemenlerin hegemonyasında olduğunu görüyoruz. Müslüman Türkler arasında ilk kez saray eliti tarafından oynanan bu oyun, daha sonra sırasıyla İttihatçıların, sivil ve askeri bürokrasinin, siyasi iktidarların ve nihayetinde 1960’lardan itibaren partiler üstü bir egemen sınıfı yaratmayı başaran Türk burjuvazisinin eline geldi. 1980 darbesiyle beraber tüm bu yapıların çıkar ortaklığına girmesiyle, futbol egemenlerin halka karşı ve halkı manipüle etmek için kullandığı bir ideolojik aygıt hâline geldi. Maşizm, militarizm, Türk-İslamcılık gibi resmi doktrinler futbol üzerinden halka aktarıldı. Futbolda devlet ve sermaye işbirliğiyle yakalanan başarılar, ki arkasında şike ve dopingin olduğunu şimdi daha net görebiliyoruz, halkı bir çeşit öforinin içine soktu.

1980 darbesi öncesinde aslında futbol, sınıf mücadelesinin bir parçası olmak için gerekli şartları taşıyordu. Ancak bu dönemde Türkiye’de gayet güçlü olan sınıf hareketi, futbolu lümpen bir eğlence olarak gördü ve taşıdığı sosyal-siyasal potansiyeli görmezden geldi. 1980 darbesiyle beraber sol boş bıraktığı bu alan cunta ve onun doksanlardaki uzantısı olan faşistler tarafından dolduruldu. 12 Eylül’e dair her şey, futbolun modus operandisi hâline geldi. Bu sol adına büyük bir hataydı.

Şimdi ise futbolun içine zerk edilen milliyetçilik, maşizm, homofobi, kadın düşmanlığı gibi doktrinlerin kulüp rekabetleri üzerinden kendini yeniden ürettiği bir dönemdeyiz. 3 Temmuz 2011’de başlayan ve egemenlerin futbol üzerinden kendi hesaplarını görmesinden başka hiçbir anlam taşımayan şike operasyonu, aslında futbolun kitleselleşmesini sağlayan halkın futbolun yönetimine ortak olması için önemli bir fırsattı. Ancak 1980’den itibaren futbolun resmi ideolojiye göbek bağıyla bağlanmış olması, bu tarz bir devrimci dalga için gerekli sınıf bilincini, örgütlülüğü ve eylemlilik refleksini ortadan kaldırdı. Taraftarlar, egemenlerin bu iç mücadelesini kendi kulüp içi milliyetçilikleri üzerinden yorumlayarak, kendilerini iktidarla birleşerek demokratik karar alma süreçlerinin dışında bırakan kulüp baronlarının tarafında yer aldılar. Bu süreç, taraftarların futbola sahip çıkarak sınıf mücadelesini yaratabileceği bir ortam sağlayabilirdi, onun yerine her kulüp taraftarının kendi efendisine biat tazelediği bir ortam yarattı.

Günümüzde futbolun şike, doping ve mali usulsüzlüklerle içine girdiği batak, kapitalizmin kendini yönetememe krizinin bir uzantısından başka bir şey değil. Bu süreç, futbolu egemenlerin elinden çekip alacak devrimci bir dalganın ihtiyacını gösteriyor. Ancak, özellikle son iki yıl gösterdi ki, futbol severlerin yüzde doksanının desteklediği ve kendilerine ulufe olarak dağıtılan “kamu yararına dernek” statüsü aracılığıyla elde ettikleri yüz milyonlarca dolarlık rantın üstünde oturan dört büyük kulüp ve onların yarattığı sistem rehabilite edilebilir ya da edilmesi gereken bir sistem değil. Türkiye’de futbol halk yararına bir şeye dönüşecekse, bu kuruluşlarından beri egemenlere hizmet eden ve günümüzde 12 Eylül ideolojisinin gönüllü rıza yaratma araçları olan büyük kulüpler aracılığıyla olmayacak. Ancak, bu sosyalistlerin 1970’lerde yaptıkları hataya tekrar düşüp, futbol gibi kitlesel bir mevziyi egemenlerin insafına bırakması gerektiği anlamına gelmiyor. Türkiye’de alternatifsizmiş gibi sunulan ancak kendini yönetmekten aciz durumdaki futbol sisteminin dışındaki alanlar değerlendirilerek; eşitlikçi, katılımcı, anti-maşist, anti-homofobik ve anti-kapitalist futbol alanları yaratılmalıdır. Her mahalle, her semt bu tarz oluşumlar için imkanlar vaat ediyor. Çok güçlüymüş gibi duran kapitalizminin futbolunun Türkiye’deki zayıf karnı, elitist yapısı nedeniyle halka seyircilik dışında bir katılım imkanı sağlamamış olması. Futbolun çok sevildiğini iddia ettiğimiz Türkiye’de futbola aktif katılım Avrupa’nın en gerisinde. Bu egemenlerin futbolunun elini süremediği çok ciddi bir potansiyelin hâlâ var olduğunu gösteriyor. Bu sınıfsal perspektifle yeni bir futbol yaratmak için bir fırsattır. Şu zamana kadar futbol, egemenlerin ezilenler üzerindeki hegemonyasını kanıtladığı bir araçtı. Ancak içinde bulundurduğu sosyal ve siyasal potansiyel, futbolun sınıf mücadelesini yaymak için de bir araç olabileceğini gösteriyor.

Komünist Manifesto’ya atıf yaparsak, kişisel saygınlığı değişim değerine indirgemiş, sayısız belgeli ve kazanılmış özgürlüklerin tümünün yerine tek bir özgürlüğü, vicdansız ticaret özgürlüğünü koyan burjuvazinin birinin ötekini sömürmesine dayalı biçimde üretittiği ve sahiplendiği futbolun bir avuç burjuvanın mülkiyetinden kurtarılması gerekir. Futbolun hayatın reddedilemez bir parçası olduğu bu ülkede, bu bir lüks değil, başka devrimci dalgalara da ilham vermesi açısından bir gerekliliktir. Eğer Türkiye’de egemenler rıza yaratmak için sırtlarını futbola dayıyorlarsa, o futbolu yıkmak ve yerine yenisini koymak gerekir.